Yaşam Hakkı

1 GİRİŞ

İnsan olarak dünyaya gelen her canlının doğumdan gelen en temel haklarından olan Yaşama Hakkı, kişinin varlığının devam etmesini güvence altına alan tüm şartlar için kullanılan bir kavramdır.

Yaşama Hakkı’na hemen hemen her toplumda büyük değer verilmektedir. Verilen bu değer dolayısıyla da Yaşama Hakkı’na yönelik saldırı ve eylemlerin cezası da ağır olmaktadır. Hamurrabi Kanunları’ndan başlayarak günümüze kadar düzenlenen kanunlardan hemen hemen hemen hepsinde bir kişiyi öldürmenin cezası ölüm olarak tanımlanmıştır.

Anayasa m.17/1, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 2 ve Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi Madde 6, insan yaşamının korunması konusunda temel bir hükme yer vermektedir. Buna göre insan yaşamı kanunun koruması altındadır[1]. İnsan hakları Alman hukukçu Georges Jellinek’in yapmış olduğu sınıflandırmaya göre koruyucu haklar, isteme hakları ve katılma hakları şeklinde üçe ayrılmaktadır. 1982 Anayasası’nda, kişi dokunulmazlığı kapsamında olan Yaşama Hakkı, koruyucu haklar arasında sayılmıştır[2].

Yaşam Hakkı’na verilen değer çağımızda, bir ülkenin uygarlık düzeyini gösteren en önemli hukuki-insani ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bir ülkede yaşayan bireyler için Yaşama Hakkı’ndan daha önemli bir hak düşünülemez. Nitekim kişilerin diğer haklarını kullanabilmesi için öncelikli olarak Yaşama Hakkı’na sahip olmaları bir zorunluluktur. Fakat Yaşama Hakkı, bu kadar önem arz etmesine rağmen, bu hakka ilişkin ihlaller de günümüze kadar hiç eksik olmamıştır. Bu ihlallerin engellenmesi amacıyla ulusal ve de uluslararası birçok düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemelerden önemli bir tanesi de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ‘dir.

Yaşama hakkı, bu hakkın adının açıkça vurgulanması suretiyle 1948 tarihli BM Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nde, 1966 tarihli BM Milletlerarası Medeni ve Siyası Haklar Sözleşmesi’nde, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, 1969 tarihli Amerikalılararası İnsan Hakları Sözleşmesinde, 1981 tarihli Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı’nda ve 2000 yılı sonunda kabul edilen Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nda tanınmıştır[3].

Bu çalışmada öncelikle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre Yaşama Hakkı’nın tanımı, kapsamı ve unsurları incelenecektir. Daha sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Yaşama Hakkı’nın korunması konusunda devlete yüklediği yükümlülükler ve devletin hangi şartlar altında Yaşama Hakkı’na müdahale edebileceği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ilgili kararları ile birlikte incelenecektir. Çalışmanın en sonunda da pratik olay incelenerek Yaşama Hakkı’na yönelik bir ihlalin olup olmadığı tartışılarak fikir beyan edilecektir.

 1-Tezcan, Durmuş-Erdem, Mustafa Ruhan-Sancakdar, Oğuz-Önok, Rıfat Murat:  İnsan Hakları El    Kitabı Ankara 2010 s.89.
 2-Tezcan, Erdem, Sancakdar, Önok s.72; Gözler Kemal: Hukuka Giriş Bursa 2012 s. 403-404
 3-Gemalmaz, Mehmet Semih: Devlet Birey ve Özgürlük İstanbul 2010 s.497-498

2 AİHS KAPSAMINDA YAŞAM HAKKI’NIN TANIMI VE KAPSAMI

Yaşama Hakkı, insanın hayatını sürdürme hakkına sahip olması anlamına geldiği için en temel insan hakkıdır. Yaşama hakkı karşısında diğer haklar ikincil konumdadır. Çünkü diğer tüm hakların kullanımı,  bu hakkın varlığı ve kullanılabilmesine bağlıdır. Nitekim, AİHS’nin düzenlediği ilk maddi hak da Yaşama Hakkıdır. AİHS’nin 2.maddesinde tanım verilmemiştir. Hakkın nasıl ve hangi sınırlar içinde kullanılacağı başka bir ifadeyle söz konusu hakkın somut görüntülerinin yorumlanması AİHM’nin içtihat ve kararlarına bırakılmıştır.   

AİHM’e göre Sözleşme’nin 2.Maddesindeki Yaşama Hakkı, 3. Maddesindeki İşkence ve Kötü Muamele Yasağı ile birlikte, Avrupa Konseyi’ni oluşturan demokratik toplumların en temel değerleridir[4].  Ayrıca, Yaşama Hakkı’nın uluslararası insan hakları belgelerin de birbirlerine uyumlu bir şekilde düzenlenmiş olması, bu hakkın, insanın devredilemez özniteliği olduğuna ve insan hakları hiyerarşisinde üstün bir değer oluşturduğuna işaret etmektedir.

İnsan hakları içinde değer sırası bakımından ilk ve temel olan Yaşama Hakkı, kamu gücü tarafından kişinin öldürülmemesi ve yaşamına yönelik tehlike ve risklere karşı yine kamusal otoriteler tarafından korunmasıdır. Bu kapsamda değerlendirildiğinde

  • Yaşama Hakkı, sadece kişinin yaşamını devam ettirmesini sağlamaz. Ayrıca, kişinin vücut bütünlüğünü de koruma altına almaktadır.
  • İnsan, doğuştan gelen özellikleri gereği, düşünen ve duyguları olan bir varlıktır. Bunun için kişinin sadece fiziki yönden korunması değil; psikolojik ve düşünsel yönünün de korunması ve kendisini geliştirmesine olanak sağlanması da Yaşama Hakkı’nın kapsamına girmektedir[5].
  • Yaşama Hakkı, temel olarak kişinin öldürülmemesi sonucunu doğurur. Ancak, kişi öldürülmese dahi, sürekli olarak öldürülme riski altındaysa, o kişinin Yaşama Hakkı’nın ihlal edildiği sonucuna varmak gerekir. Çünkü Yaşama Hakkı tehlikede olan bir kişinin diğer haklarını düşünmesi dahi mümkün değildir[6]
 4-McCann ve Diğerleri V. Birleşik Krallık Davası, Başvuru No:18984/91, Karar Tarihi: 27 Eylül1995
 5-Öztürk, s. 50-51
 6-Yaşama Hakkı ve İşkence Yasağı Bağlamında Polisin İnsan Hakları Tutumu: Ankara Ve Diyarbakır   Örneği, Fatih Doğru, Ankara, Haziran 2006

3 AİHS KAPSAMINDA YAŞAMA HAKKINA MÜDAHALE EDİLEBİLECEK DURUMLAR

Yaşama Hakkı kişinin sahip olabileceği en temel hak olmakla birlikte, Sözleşme’nin 2. Maddesinin 2. Fıkrasında Yaşama Hakkı’na yönelik müdahalenin Sözleşme’ye uygun bulunabileceği veya haklı görülebileceği istisnalar da yer almaktadır. Ancak bu istisnalar çok dar yorumlanmalıdır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Yaşama Hakk’ını koruyan 2.Maddesinin madde metni şu şekildedir;

1. Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin yaşamına kasten son verilemez.

2. Ölüm, aşağıdaki durumlardan birinde mutlak zorunlu olanı aşmayacak bir güç kullanımı sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlaline neden olmuş sayılmaz:

a) Bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunmasının sağlanması;

b) Bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanmasını gerçekleştirme veya usulüne uygun olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme;

c) Bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması

Öncelikle belirtmek gerekir ki maddede belirtilen üç istisnai halde de kullanılmasına cevaz verilen güç, sınırsız bir güç değildir. Kullanılacak güç olumsuz durumu ortadan kaldırmaya yetecek oranda olmalıdır. Ayrıca, madde metninde geçen “mutlak zorunlu” ifadesi, ancak zorunlu durumlarda kullanılabilecek gücün bu hakkı ihlal etmeyeceği şeklinde anlaşılmalıdır. Mahkeme, çalışmanın ileriki sayfalarında ayrıca detaylı olarak incelenecek Oğur/Türkiye Davasında[7]:
“operasyonun planlanmasında ve uygulanmasındaki şimdiye kadar görülen tüm eksiklikler, yasa dışı şiddetten korunmak veya maktulü tutuklamak için Musa Oğur’a Karşı kuvvet kullanılmasının ne uygun, ne de kesinlikle gerekli olmadığı” sonucuna vararak 2. Maddenin ihlal edildiğine hükmetmiştir.

3.1. Meşru Savunma Amacıyla Öldürme

AİHS’nin 2.Maddesinin 2.Fıkrasının (a) Bendinde bir kişinin yasadışı şiddete karşı korunması sırasında güç kullanılmasının Yaşama Hakkı’nı ihlal etmeyeceğini düzenlemiştir. Bu düzenlemenin gerekçesi, hukuka aykırı bir saldırıya hedef olan kişinin Yaşama Hakkı’nın korunmasının, saldırıda bulunan kişilerin Yaşama Hakkından daha üstün tutulmasıdır. Fakat güvenlik güçleri, kendilerini veya üçüncü kişileri meşru savunma durumuna sokan öldürücü bir saldırıyla karşılaşmaları halinde bile mutlaka gerekli ve orantılı güç kullanmalıdırlar. Yine, Bu düzenleme ancak söz konusu maddedeki koşullar altında bir kişinin öldürülmesini hukuka uygun saymaktadır. Sözleşme bakımından meşru savunma, kişinin cebir ve şiddete karşı korunması ile sınırlanmıştır. Bu nedenle malı-mülkiyeti korumak için adam öldürme Sözleşmeye uygun değildir[8].

3.2. Yakalama Veya Tutuklunun Kaçmasını Önlemek Amacıyla Öldürme

AİHS’nin 2. Maddesinin 2. Fıkrasının (b) Bendinde, ceza yargılamasından doğan yakalama veya tutuklu kişilerin kaçmasını önlemek hallerinde yine mutlak zorunluluk ve orantılılık olması durumunda öldürme eyleminin hak ihlali olmadığını düzenlemiştir.
Burada üzerinde durulması gereken husus, yakalamak amacıyla bireyi öldürmektir. Nitekim ölüm cezası kaldırıldığı ve yakalanacak kişiye verilebilecek en ağır ceza müebbet hapis cezası olabileceği durumları birlikte göz önünde bulundurulursa yakalama amacıyla kişinin öldürülebileceği anlaşılabilir bir durum değildir. AİHM, burada öldürme kastıyla hareket edilemeyeceğini kabul etmektedir. Mahkeme kamu görevlilerin kasıtlı davranışlarına bağlı pek çok ihlal kararı vermiştir. Yine AİHM, Yakalanacak kişinin başkalarının yaşam hakkı veya beden bütünlüğüne karşı bir tehdit oluşturmadığı biliniyor ve şiddet suçu işlediğinden şüphelenilmiyorsa, kaçağa karşı öldürücü güç kullanılmasına gerek olmadığı kanaatindedir[9].

3.3. Ayaklanma Veya İsyanın Bastırılması Amacıyla Öldürme

AİHS’nin 2.Maddesinin 2.Fıkrasının (c) Bendinde, ayaklanma veya isyan hallerinde bu ayaklanma ve isyanların önlenmesi amacıyla güç kullanılmasının Yaşama Hakkı’nın ihlali olmayabileceğini düzenlenmiştir. Ancak yaşamı daha az tehdit edici yöntemlere başvurmadan, barışçıl olmayan gösterileri dağıtmak için göstericilere doğrudan ateş edilmesi, güvenlik güçlerine sınırlı koşullarda silah kullanma yetkisi veren iç hukuk kurallarına aykırı olur. Bu durum, polislerin ölümcül güç kullanırken büyük bir stres ve psikolojik baskı altında olmalarıyla mazur görülemez. Mahkeme, aşağıda detaylıca inceleneceği üzere Güleç/ Türkiye kararında Ayaklanma ve İsyanın bastırılmasında orantısız güç ve araçların kullanılması sonucu kişinin hayatını kaybetmesini Yaşama Hakkı’nın ihlali olarak görmüştür.

3.3.1. Güleç V. Türkiye Davası[10]
3.3.1.1 Olayların gelişimi

4 Mart 1991 tarihinde, güvenlik güçleri tarafından yapılan bir operasyon sırasında komşu köy halkına yapılan kötü muamele ve bazı vatandaşların gözaltına alınmasını protesto etmek amacıyla, Şırnak İlinin İdil Kasabasında yaklaşık olarak üçyüz kişinin katıldığı izinsiz bir gösteri yapılmıştır. İzinsiz gösteri sırasında civardaki dükkanlara ve kamu binalarına saldırı gibi çok sayıda olay meydana gelmiştir.

Güvenlik güçlerinin gösteriye müdahalesi sonucunda, Başvuranın oğlu olan İdil Lisesi öğrencisi onbeş yaşındaki Ahmet Güleç’in de aralarında bulunduğu iki kişi öldürülmüş; oniki kişi ise yaralanmıştır.

Başvurana göre, oğlu Ahmet Güleç, gösteriyi dağıtmak için jandarmalar tarafından kullanılan zırhlı bir araçtan açılan ateş sonucunda öldürülmüştür. Hükümete göre ise, göstericilerin içinde PKK( Kürdistan İşçi Partisi)’liler bulunmaktaydı ve göstericilerin üzerine ateş açan da PKK’li teröristlerdir. Dolayısıyla Ahmet Güleç PKK üyelerinin açtığı ateş sonucunda ölmüştür.

5 Nisan 1991 tarihinde, Başvuran gösteriye müdahalede bulunan Güvenlik Güçleri Komutanı Binbaşı Mustafa Karatan hakkında İdil Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştur. Savcılık, şikayetin Binbaşı Karatan hakkında olduğundan, davaya bakmak yetkisi olmadığını ifade ederek ön soruşturma için dosyayı Şırnak İl İdare Meclisi’ne devretmiştir.

18 Ekim 1991 tarihinde Şırnak İl İdare Meclisi, takibatı durdurmuş ve bu hususu da başvuranın avukatına tebliğ etmemiştir. Meclis, maktulün güvenlik güçleri tarafından açılan ateş sonucunda hayatını kaybettiğini kabul etmiş ancak; Meclis’e göre sorumlu kişileri tespit etmek imkansızıdır. Şırnak İl İdare Meclisi’nin bu kararı, Yüksek İdari Mahkeme Tarafından onaylanmıştır.

3.3.1.2. Başvuranın Davanın Esası İle İlgili İddiası

Başvurucuya göre, Oğlu Ahmet Güleç, Güvenlik Güçleri tarafından öldürüldüğünden ve Oğlunun ölümüne neden olan olaylara ilişkin gerekli soruşturma yapılmadığından Sözleşmenin 2. Maddesi iki açıdan ihlal edilmiştir.

3.3.1.3. Hükümetin Davanın Esası İle İlgili Savunması

Hükümet, olayların Başvuran tarafından anlatılış şekline itiraz etmiştir. Hükümete göre Ahmet Güleç, göstericiler arasında yer alan teröristler tarafından atılan bir kurşunla öldürülmüştür. İkinci olarak da maktulün ölümüne ilişkin gerekli soruşturmalar yetkililer tarafından yürütülmüştür.

3.3.1.4. Komisyonun Davanın Esası İle İlgili Tespitleri

Yerinde Soruşturma yaptıktan ve sözlü ifadeleri dinledikten sonra Komisyon, zırhlı aracın göstericileri dağıtmak için gösterinin düzenlendiği ana caddede hem havaya hem de yere ateş açtığını ve Ahmet Güleç’in bu araçtan yapılan ateş sonucunda hayatını kaybettiği sonucuna varmıştır.

Komisyon, düzenlenen izinsiz gösterinin, Sözleşmenin 2. Maddesi kapsamında bir ayaklanma olarak değerlendirilebileceği fakat; düzeni korumak için bir gösteri sırasında savaş silahı kullanılmasının uygun olamayacağı görüşünü ifade etmiştir.

3.3.1.5 Mahkeme’nin Değerlendirmesi

Mahkeme tanıkların ifadelerine değinmiştir. Kasabanın ileri gelenlerinin de içinde bulunduğu çok sayıda görgü tanıklarına göre, zırhlı araçtan kalabalığa ateş açılmıştır. Bu iddia, hükümet tarafından inkar edilmiş olsa da, yaralanan göstericilerin hemen hemen hepsinin bacaklarından vurulmuş olduğu gerçeğiyle teyit edilmiştir.

Mahkeme, Komisyon’unun tespitlerine değinerek, mevcut davada güç kullanımının Sözleşme’nin 2. Maddesinin 2. Paragrafının (c) bendi kapsamında haklı görülebileceğini kabul eder ancak; bu hususta hedeflenen amaca ulaşmak için kullanılan araçlar arasında bir dengenin bulunmadığını ifade etmiştir. Jandarmalar, çok güçlü bir silah kullanmıştır.

Göstericilerin arasında silahlı teröristlerin bulunup bulunmadığına ilişkin Mahkeme, Hükümet’in bu iddiayı desteklemek için herhangi bir kanıt sunmadığını ifade etmiştir. Ayrıca jandarmaların hiçbiri kurşunla yaralanmadığı gibi, olay yerinde PKK üyelerine ait olabilecek herhangi bir silah ya da boş kovanın da bulunmadığını ifade etmiştir.

Sonuç olarak Mahkeme, Ahmet Güleç’in ölümüne sebebiyet veren ve göstericileri dağıtmak amacıyla kullanılan gücün 2. Madde kapsamında gereksiz olduğuna kanaatine varmış ve Sözleşme’nin 2. Maddesi’nin ihlal edildiğine hükmetmiştir.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, Mahkeme, Başvuranın Etkin Soruşturma yapılmadığına ilişkin iddiasını da haklı bulmuş ve iki defa 2. Maddenin ihlal edildiğine hükmetmiştir.

8-Tezcan, Erdem, Sancakdar, Önok, s.113
9-Kakoulli V. Türkiye Davası, Başvuru No: 38595/97, Karar Tarihi: 22 Kasım 2005
10-Güleç V. Türkiye Davası, Başvuru No: 17561/04, Karar Tarihi 27 Temmuz 1998

4 AİHS KAPSAMINDA DEVLETİN YAŞAMA HAKKINA İLİŞKİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ

Devletin Yaşama Hakkı konusunda, AİHM içtihatları ile oluşturulmuş Pozitif, Negatif ve Etkin Soruşturma Yükümlülüğü vardır[11]. Bu yükümlülüklerin esas dayanağı Sözleşme metni olup; amaç, Sözleşme’yi geniş yorumlayarak oluşturulan yükümlülükler ile Yaşama Hakkı’nın korunmasını sağlamaktır.

4.1. POZİTİF YÜKÜMLÜLÜKLER

Devletin Yaşama Hakkı konusundaki Pozitif Yükümlülüğü, Yaşama Hakkı’nı korumaktır. Devlet, Yaşama Hakkı’nı korumak için gerekli ve yerinde tüm önlemleri almakla yükümlüdür. Devletin Yaşama Hakkı konusundaki Pozitif Yükümlülüğünün iki temel gereği vardır.

  • Kişiyi başkalarının ölümle sonuçlanabilecek saldırı ve eylemlerinden korumak.
  • Öldürme fiilini suç olarak düzenlemek ve failleri etkin bir şekilde soruşturup cezalandırmak.

Devletin Pozitif Yükümlülüğünün getirdiği sonuçlardan birisi, kişinin, devletle organik bağ içinde bulunmayan herhangi bir kişi tarafından öldürülmesine karşı korumaktır. Yani, özel kişiler tarafından işlenen öldürme eyleminden dolayı devletin sorumlu tutulması mümkündür. Yine, üçüncü kişilerin yarattığı tehditlere karşı, devletin bireyi koruması da devletin Pozitif Yükümlülüğü kapsamındadır. Devletin bu yükümlülüğünün söz konusu olabilmesi için insan yaşamına yönelik somut ve ciddi bir tehlikenin bulunması gerekir. Yetkililerin kişinin Yaşam Hakkına yönelik bir tehlikenin varlığından haberdar olması ve buna karşı makul tedbirler almış olması gerekir. Mahkeme, bu konuda aşağıda detaylı inceleneceği üzere Kılıç / Türkiye kararında, 2. Maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

4.1.1. Kılıç V. Türkiye Davası[12]
4.1.1.1. Olayların Gelişimi

Başvurucu Cemil Kılıç’ın kardeşi maktul Kemal Kılıç, Şanlıurfa’da ‘Özgür Gündem’ adlı gazetede gazeteci olarak çalışmaktadır. Gazete, PKK (Kürdistan İşçi Partsisi)’nin görüşlerini yansıtmakla suçlanmakta ve tehditler almaktadır.

Külünce Köyü’nde babası ile yaşayan Kemal Kılıç, aynı zamanda İnsan Hakları Derneği üyesidir. Şanlıurfa Valiliğinden, tehditler aldığı gerekçesi ile kendisi ve gazetede çalışan diğer kişiler için koruma talebinde bulunan Kemal Kılıç’ın bu talebi, tehdit, saldırı ya da benzeri durumların olmadığı gerekçesiyle Valilik tarafından yerinde görülmemiş ve reddedilmiştir. Bunun üzerine, kendisinin ve gazetenin tehditler aldığını gazete yolu ile duyuran Kemal Kılıç hakkında, kamu görevlisine basın yoluyla hakaret edildiği gerekçesi ile soruşturma açılmıştır.

18 Şubat 1993 günü akşam saatlerinde evine dönmekte olan Kemal Kılıç, belediye otobüsünden indiği sırada, indiği durakta bekleyen beyaz Renault marka otomobilden inen kişiler tarafından öldürülmüştür. Yapılan soruşturmada yeterli delile ulaşılmamıştır.

24 Aralık 1993 tarihinde yakalanan Hüseyin Güney adlı şahsın üzerinde, Kemal Kılıç’ın öldürülmesinde kullanılmış olan silah bulunmuştur. Bu silah Hizbullah adlı terör örgütüne ait olduğu ortaya çıkmış ancak; Hüseyin Güney, silahı başka birinden aldığını belirtmiştir. Sonuç olarak Kemal Kılıç’ı öldüren kişiler tespit edilememiştir.

4.1.1.2. Başvurucunun Davanın Esası ile İlgili İddiası
Başvurucuya göre, Kemal Kılıç, ya kamu görevlileri tarafında ya da kamu görevlilerince görevlendirilen kişiler tarafından öldürülmüştür. Devletin, Bölgede güvenliği sağlayamadığı açıktır. Başvurucuya göre, Susurluk Raporunda da belirtildiği gibi Devlet, illegal yapılarla işbirliği yaparak, Bölgede faili meçhul cinayetlere zemin hazırlamakta ve bu ölümlere göz yummaktadır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin ve Olağanüstü Hal Bölgesindeki cumhuriyet savcılarının bağımsız ve tarafsız olmadıklarını iddia eden Başvurucu, yargı organlarının kasten etkili ve yeterli bir soruşturma yapmayarak cinayetlerin faili meçhul bırakıldığını iddia etmektedir.

4.1.1.3. Devletin Davanın Esası ile İlgili Savunması
Devlet, Susurluk Raporunun delil olarak kabul edilebilmesinin mümkün olmadığını öne sürmüştür. 1993 – 1994 yılları arasında bölgedeki terör sorunun had safhaya çıkmış olduğunu ve PKK ile Hizbullah arasında bir güç savaşının olduğunu belirtmiştir. Devlete göre, böyle bir ortamda kimsenin kendisini güvende hissedemediğini ve güvenlik güçleri ellerinden geleni yapmakta olmasına rağmen, bu yeterli olmamaktadır. Ayrıca Kemal Kılıç’ın ölümü ile ilgili soruşturmanın son derece profesyonelce yapılmış olup, yargı organlarının işi savsaklaması gibi bir durum da söz konusu değildir.

4.1.1.4. Mahkeme’nin Değerlendirmesi
Mahkeme, var olan deliller değerlendirildiğinde, kamu görevlilerinin, Kemal Kılıç’ın öldürülmesiyle ilgileri olduğu hususunun ispatlanmadığını belirtmiştir. Buna karşılık, Kemal Kılıç’ın koruma talebini kabul etmeyen Devletin, Yaşama Hakkını Koruma Yükümlülüğüne aykırı davrandığı sonucuna varmıştır.

McCann V. Birleşik Krallık Kararında da belirtildiği gibi, devletin güç kullanımı sonucunda meydana gelen Yaşama Hakkı ihlallerinde, devletin etkili bir soruşturma yapma yükümlülüğü vardır. Dava konusu olayda ise, kamu görevlilerinin güç kullanma- sı kesin olarak ispat edilmemiş olsa bile, büyük bir ihtimal dahilinde gözükmektedir. Mahkemeye göre Devlet, etkili bir soruşturma yapmamıştır. Dosyanın Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderilmesinden sonra soruşturma ile ilgili herhangi bir adım atılmamış ve Etkili Soruşturma Yapma Yükümlülüğü’ne aykırı davranılmıştır.

Sonuç olarak Mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Yaşama Hakkı’nı Koruma Yükümlülüğüne ve Etkili Soruşturma Yapma Yükümlülüğüne aykırı davrandığı için 2.Madeden iki defa ihlal kararı vermiştir.

Devletin Pozitif Yükümlülüğünün getirdiği sorumluluklardan biri de, devletin etkin bir yargı sistemi oluşturmakla yükümlü olmasıdır. Etkin yargı sistemi, kolluk tarafından yeterince desteklenmelidir. Bunun yanında devlet, kişilere karşı saldırıları caydırıcı nitelikte somut bir ceza mevzuatı yürürlüğe koyarak ihlalleri cezalandırmalı ve ileride meydana gelebilecek olası ihlalleri en aza indirebilecek bir adli sistem kurabilmesi gerekir. Nitekim, aşağıda ayrıntılı bir biçimde inceleneceği üzere AİHM, 08. 04. 2008 tarihinde Ali Ayşe Duran / Türkiye Kararında da etkin bir yargı sistemi kurmadığı için Türkiye’yi mahkum etmiştir.

4.1.2. Ali Ayşe Duran V. Türkiye[13]
4.1.2.1. Olayların Gelişimi
Bayram Duran, 15 Ekim 1994 tarihinde polis tarafından gözaltına alınmış ve konulduğu Gazi Karakolu’nda 16 Ekim 1994 sabah saat 05:00 sıralarında ölü olarak bulunmuştur.

17 Ekim 1994 tarihinde, Bayram Duran’a otopsi yapılmış ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nden dört doktor tarafından imzalanan otopsi raporunda, ölüm nedeni olarak kalp yetmezliği olduğu belirtilmiştir. Uzmanlar, sol skapular bölgede bir kanama tespit etmiş ancak, kanamanın doğrudan ölüm nedeni olmadığı belirtilmiştir.

29 Aralık 1994 tarihinde Cumhuriyet Savcısı, otopsi raporuna dayanarak Bayram Duran’ın ölümü ile ilgili olarak takipsizlik kararı vermiştir.

Başvurucular, 21 Şubat 1995 tarihinde Beyoğlu Ağır Ceza Mahkemesi’ne itirazda bulunmuştur. Beyoğlu Ağır Ceza mahkemesi, Bayram Duran’ın vücudunda tespit edilen kanama ile kötü muamele arasındaki ilişkinin tespit edilmesi için Adli Tıp Kurumu’ndan rapor talep etmiştir.

13 Mart 1996 tarihinde Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan rapora göre, Bayram Duran’ın kalp rahatsızlığı bulunduğu, ayrıca, kanamanın skapular bölgeye gelen direkt bir travma nedeniyle oluştuğunu belirtilmiştir. Uzmanlar, travmanın yarattığı baskı ve gözaltı koşullarının Bayram Duran’ın kalp rahatsızlığını kötüleştirdiği ve kalp yetmezliğine yol açtığı kanaatine varmışlardır.

9 Nisan 1996 tarihinde, Beyoğlu Ağır Ceza Mahkemesi, takipsizlik kararını iptal etmiştir. Mahkeme kararında, Bayram Duran’ın ölümünün, kendisine uygulanan işkence ve kötü muamele sonucu meydana gelmiş olabileceği ve bu nedenle cezai işlem başlatılması gerektiğini ifade etmiştir.

Takipsizlik kararının iptali üzerine, Eyüp Cumhuriyet Savcısı, Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu iddianamede işkence ve kötü muameleye dahil olan polis memurlarının cezalandırılmasını istemiştir. Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi, 28 Ağustos 1996 tarihinde kamu güvenliği gerekçesiyle dava dosyasının Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine karar vermiştir.

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, 6 Eylül 2000 tarihli kararında, olaya karıştığı tespit edilen polis memurlarını, kasıtsız olarak ölüme neden olmalarından dolayı iki yıl dokuz ay hapis cezası ile mahkum etmiştir.

Sanık polis memurlarının kararı temyiz etmeleri neticesinde, Yargıtay, 6 Eylül 2000 tarihli kararında, kararı usul yönünden bozmuş ve dosyayı tekrar Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermiştir. Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkları bir kez daha aynı cezayla mahkum etmiştir.

5237 Sayılı yeni TCK’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte polisler, mahkumiyetlerinin yeni kanun hükümlerine göre yeniden değerlendirilmesi gerektiğini belirtmeleri üzerine, Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, şahısların mahkumiyetini gözden geçirmiş ve cezalarının ifasının ertelenmesine karar vermiştir.

Bu karara itiraz edilmiş ve kararın verildiği tarih itibariyle dava halen Yargıtay’da devam etmektedir.

4.1.2.2. Başvurucuların Davanın Esası ile İlgili İddiası
Başvuranlar, AİHS’nin 2. Maddesine aykırı davranılarak oğullarının güvenlik güçlerinin elinde işkence ile öldürülmüş olmasından şikayetçi olmuşlardır. Başvuranlar ayrıca, polis memurları hakkında yürütülen yargılamanın makul süre içinde tamamlanmamış olması ve oğullarının ölümünden sorumlu olanlara caydırıcı bir ceza verilmemiş olması nedeniyle AİHS’nin 2. Maddesine aykırı davranıldığını iddia etmişlerdir.

4.1.2.3. Hükümetin Davanın Esası ile İlgili Savunması
Hükümet, Bayram Duranın ölümü hakkında yürütülen soruşturmanın ivedi, ayrıntılı ve etkili olduğunu savunmuştur. Bu bağlamda, bir otopsi yapıldığı ve olay sırasında görev başında olan polis memurlarının ifadelerinin derhal alındığını belirmiştir. Ayrıca, Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin yedi polis memuru hakkındaki yargılamayı titizlikle yürüttüğünü ifade etmiştir. Mahkeme, ilgili delilleri toplamış ve sonrasında memurlardan dördünü mahkum etmiştir.

4.1.2.4. Mahkeme’nin Değerlendirmesi
AİHM, bir kişinin 3. Maddeye aykırı olarak polis tarafından ciddi bir kötü muameleye tabi tutulduğunda, hükümet tarafından etkili bir soruşturma yapılması gerekliliğini hatırlatır. Soruşturma, sorumluların belirlenmesi ve cezalandırılmasını sağlar nitelikte olmalıdır. Aksi taktirde Yaşama Hakkının Korunması Yükümlülüğü, uygulamada etkisiz kalacaktır ve bazı durumlarda devlet görevlilerinin, fiili bir dokunulmazlıkla, kontrolleri altındaki kişilerin haklarını suiistimal etmeleri mümkün olacaktır.

Söz konusu kötü muameleye ilişkin iddia, dava açılmasına yol açtığı taktirde, kovuşturma, bir bütün olarak yaşamın korunmasına ilişkin pozitif yükümlülüğün yerine getirilmesine yönelik olmalıdır. Tüm adli kovuşturmaların, mahkumiyet ile sonuçlanmasına ilişkin kesin bir zorunluluk bulunmamakla birlikte, yerel mahkemeler, yaşamı tehdit eden suçların cezasız kalmasına izin vermemelidir.

Mahkeme, son olarak bir devlet görevlisinin, işkence veya kötü muamele içeren suçlarla itham edildiği hallerde soruşturma ve yargılama sırasında görevden alınmasının ve mahkum edildiği taktirde görevine son verilmesinin büyük önem taşıdığını belirtmiştir.

Yeni Ceza Kanunun 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girmesi ile birlikte, mahkumlar tarafından Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan dilekçelerden, mahkum edilmiş polis memurlarının, cezalarının ifasının ertelendiği için hiçbir zaman hapis cezalarını çekmedikleri anlaşılmıştır. Mahkeme, mahkum edilen polis memurlarının, mahkumiyetlerine rağmen, dokunulmazlığa sahip olmaları Müsaade edilemez bir tedbir olduğu kanısındadır.

Mahkeme, mahkum edilmiş polis memurlarının cezalarının ifasının yapılmamasını gerekçe göstererek, işlenen suç ve verilen ceza arasında açık bir orantısızlığın olduğunu belirtmiştir.

Sonuç olarak, Mahkeme, polis memurlarına verilen cezaların ifasının ertelenmesini göz önünde bulundurarak, uygulanan ceza hukuku sisteminin, titizlikten uzak olduğunu ve bu haliyle Yaşama Hakkına yönelik ihlalleri engellemeye yönelik caydırıcı bir etkiye sahip olmadığı kanısındadır.

Mahkeme, açıklanan bu gerekçeler kapsamında, devletin, söz konusu davada kişilerin yaşamlarını kanunlar aracılığıyla koruma hususundaki pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği sonucuna varmış ve dolayısıyla Sözleşme’nin 2. Maddesini ihlal edildiğine hükmetmiştir.

Devletin Yaşama Hakkı konusundaki Pozitif Yükümlülüklerinden birisi de kişinin intihara karşı korunmasıdır. Nitekim, Mahkeme, devletin Yaşama Hakkı konusundaki yükümlülüğünü gözaltı, cezaevi veya zorunlu askerlik hizmeti sırasında bulunan bireyi, intihara karşı korumayı kapsayacak kadar geniş yorumlamıştır. Devletin, bu konuda bireyin kendisine karşı bir risk oluşturduğunu biliyor olması veya bilmesi gerektiği taktirde ve önlemleri almaması halinde sorumluluğu doğabilir. Nitekim Mahkeme, 17.06.2008 tarihli Abdullah Yılmaz/Türkiye[14] kararında bir uzman çavuşun mesleğe uygun düşmeyen hareketleri sonucunda emri altında bulunan erin intihar etmesi olayında, erin intiharından Türkiye’yi sorumlu tutmuştur[15].

4.2. NEGATİF YÜKÜMLÜLÜKLER

Yaşama Hakkı’nın devlete yüklediği Negatif Yükümlülük, devletin, bireyi Sözleşmede belirtilen istisnalar dışında öldürmeme yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğün temel getirisi “öldürme yasağı”dır. Devlet tarafından bir kişinin kast ya da taksirle öldürülmesi, Yaşama Hakkı’nın devlete yüklediği Negatif Yükümlülüğün ihlalidir. Negatif Yükümlü-lük, ayrıca kişinin yaşamının tehlikeye atılmaması sorumluluğunu da kapsamaktadır. Devlet, önleyici ve koruyucu güvenlik tedbirleri olarak kişinin yaşamını tehlikeye atmaktan kaçınmalıdır.

Nitekim Mahkeme, Demiray/Türkiye [16][17]kararında:

“PKK mensubu olduğu şüphesiyle gözaltına alınan kişi, yer gösterme sırasında, arkasında üç güvenlik görevlisi ve önde kendisi yürürken mayına basarak ölmesini, önleyici/ koruyucu tedbirin alınmadığı gerekçesiyle Yaşama Hakkının ihlal edildiğine” hükmetmiştir.

Devletin Yaşama Hakkı’nın korunmasındaki Negatif Yükümlülüğü kapsamında özellikle Gözaltındaki Ölümler önemli bir yer tutar.

4.2.1. Gözaltındaki Ölümler

Gözaltındaki ölümler, Türkiye’nin başını çok ağrıtan bir konudur. Mahkeme, bu konuda çoğu kez etkili bir soruşturma yapılmaması nedeniyle Türkiye’yi mahkum etmiştir. Mahkeme’nin içtihatlarına göre, Negatif Sorumluluk kapsamında devlet, gözaltında meydana gelen ölümler ve yaralanmalar hakkında makul bir açıklama yapmakla yükümlüdür. Yine, AİHM içtihatlarına göre, gözaltında meydana gelen ölümlerde Sözleşmenin 2.Maddesi kapsamında ihlal kararı vermek için, cesedin bulunması zorunlu değildir. Bu hususta ölümün kesin olarak tespit edilmiş olması yeterlidir. Nitekim AİHM aşağıda detaylı olarak inceleneceği üzere Akdeniz Ve Diğerleri/Türkiye Salman/Türkiye ve Taş / Türkiye kararlarında, gözaltında meydana gelen ölümler için, Sözleşme’nin 2. Maddesinin ihlal edildiğine yönelik karar vermiştir.

Mahkemeye göre, devletin, denetimi altında olan bir kişinin sağlığında meydana gelen olumsuz değişiklikleri açıklama yükümlülüğü vardır. Söz konusu kişinin ölmesi halinde devletin hesap verme sorumluluğu daha da önemli hale gelir. Mahkemenin ihlal kararı vermesinde, kişinin son kez güvenlik güçlerinin elinde iken görülmüş olması ve bir daha ortaya çıkmaması önemli bir ölçüttür. Mahkemeye göre, kişiden son haber alınmasının üzerinden uzun süre geçmişse, ölmüş olma ihtimali daha yüksektir. Bu durumda devlet, kişinin akıbeti konusunda makul ve ikna edici bir açıklama getiremezse Sözleşme’nin 2.Maddesinden sorumlu tutulacaktır.

4.2.1.1 Akdeniz ve Diğerleri V. Türkiye Davası
4.2.1.1.1 Başvuruculara Göre Olayların Gelişimi
Başvuruculara göre, 9 Ekim 1993 tarihinde Diyarbakır’ın Kulp ve Lice İlçeleri arasındaki bölgede bir operasyonda onbir köylü (M. Şah Atala, Bahri Şimşek, Hasan Avar, Şerif Avar, Nusrettin Yerlikaya, Turan Demir, Behçet Tutuş, Abdi Yamuk, Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Ümit Taş) helikoptere bindirilerek gözaltına alınmış ve gözaltına alındıktan sonra bir daha haber alınmamıştır. Başvurucular, köylülerin helikopterden atılarak öldürüldüğünü iddia etmektedir.

4.2.1.1.2. Hükümete Göre Olayların Gelişimi
Türkiye adına AİHM’e gönderilen savunmada, anılan tarihte, söz konusu yerde operasyon yapılmadığı ve öldürüldükleri iddia edilen köylülerin gözaltına alınmadığı belirtilmiştir.

4.2.1.1.3. Mahkeme’nin Değerlendirmesi
Mahkeme, Yaşama Hakkı konusunda, kayıp kişilerin gözaltına alındığına dair hiçbir kayıt bulunmadığını ve aradan geçen yedi yıla rağmen, hükümetin kaybolma iddiası ile ilgili hiçbir açıklama getiremediğini belirtmiştir. Mahkeme’ye göre, 1993 yılında, Türkiye’nin Güneydoğusundaki durum göz önünde bulundurulduğunda, bu kişilerin gözaltına alındığının kabul edilmemesi, yaşamlarına yönelik ciddi bir tehlikenin olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Mahkeme, söz konusu onbir kişinin, gözaltına alınmalarının ardından öldürüldüklerinin varsayılması gerektiği, yetkililerin bu kişilerin gözaltına alındıkları sırada neler olduğu konusunda açıklama getirmemeleri de göz önüne alındığında, bu kişilerin ölümlerinin Türkiye atfedilebilecek nitelikte olduğunu ve bu bakımdan Sözleşme’nin 2. Maddesinin ihlal edilmiş olduğuna karar vermiştir.

Mahkemeye göre Yaşama Hakkı, ayrıca etkin soruşturma yapılmaması bakımından da ihlal edilmiştir. Nitekim, kayıp yakınları Kulp Cumhuriyet Savcılığına başvurmuş fakat; Kulp Cumhuriyet Savcılığı, olayın Terörle Mücadele Yasası kapsamına girdiği gerekçesiyle soruşturma yapmamıştır. Başvuranlar bunun üzerine, Diyarbakır Devlet güvenlik Mahkemesi’ne başvurmuşlardır. Fakat; DGM Savcılığı da yaklaşık dört ay sonra takipsizlik kararı vermiştir.

Mahkeme, Cumhuriyet Savcılarının ciddi iddialar ve başvurucuların sunduğu kanıtların ağırlığına rağmen, Yaşama Hakkını güvence altına alacak etkili bir soruşturma yürütmemesini, Sözleşme’nin 2. Maddesinin ihlali olarak görmüştür.

4.2.1.2. Salman V. Türkiye Davası[19]
4.2.1.2.1 Olayların Gelişimi
Başvurucunun eşi Agit Salman, 28 Nisan 1992 tarihinde, Terörle Mücadele Şubesi Polisleri tarafından gözaltına alınmıştır. Newroz kutlamalarına katılma, bir yangın çıkarma ve bir kişinin öldüğü güvenlik güçlerine karşı saldırı faaliyetlerine katıldığı gerekçesiyle gözaltına alınan Agit Salman, nezarethaneye konulmadan önce, bir doktora muayene ettirilmemiştir.
29 Nisan 1992 tarihinde, sabah saatlerinde Agit SALMAN, Adana Devlet Hastane- sine götürülmüştür. Kendisini muayene eden Doktor, Agit Salman’nın kalp, solunum ve diğer yaşam fonksiyonlarının durmuş, yüz ve kulaklarının morarmaya başlamış, göz bebeklerinin büyümüş olduğunu tespit etmiştir. Doktor, Agit Salman’nın Hastaneye getirilmeden onbeş veya yirmi dakika önce ölmüş olduğunu bildirmiştir. Otopsi yapıldıktan sonra, Polis, Agit Salman’ın oğlunu Emniyet Müdürlüğü’ne getirerek babasının kalp yetmezliği sonucu öldüğünü söylemiş ve ceset aileye teslim edilmiştir.

Cesedi teslim alan aile üyeleri Agit Salman’nın koltuk altlarında ve sırtında belirgin yara izlerinin olduğunu ve bir ayağının şişmiş olduğunu görmüşlerdir. Otopsi raporunda ölümün gerçek nedeninin tespit edilemediği ve dosyanın İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderilmesi tavsiye edilmiştir.

15 Temmuz 1992’de Adli Tıp Kurumu ihtisas dairesi raporunu açıklamıştır. Raporda, ölümün doğrudan bir travma sonucu oluştuğunu düşündürecek bir bulgu bulunmadığı, ceset üzerine görülen yüzeysel travmaların ilgilinin yakalandığı esnada gösterdiği direniş sonucunda meydana gelmiş olabileceği ve bu darbelerin hiçbiri tek başına ölüme yol açabilecek nitelikte olmadığı belirtilmiştir. Raporda varılan sonuca göre, mevcut kalp rahatsızlığına ilave olarak, olayın getirdiği baskının sinir sistemi üzerinde yarattığı değişiklikler Agit Salman’nın kalp krizi sonucu ölmesine yol açmış olabilir.

Otopsi raporu üzerine Savcı, 15 Ekim 1992’de takipsizlik kararı vermiş ve bu karar üzerine yapılan itirazı da Tarsus Ağır Ceza Mahkemesi reddetmiştir. Adalet Bakanı’nın bozma talebinde bulunmasıyla birlikte, Yargıtay 16 Şubat 1994 tarihinde dava açılması için dosyayı Adana Savcılığı’na göndermiştir.

Savcı, 2 Mayıs 1994 tarihinde hazırladığı iddianamede on polis hakkında Adam Öldürme Suçundan ceza istemiştir. Fakat Adana Ağır Ceza Mahkemesi, delil yetersizliği sebebiyle sanıkların beraatine karar vermiş ve bu karar, 3 Ocak 1995 tarihinde kesinleşmiştir.

4.2.1.2.2. Başvurucunun Davanın Esası ile İlgili İddiası
Başvurucu, eşinin gözaltı sırasında öldürüldüğünü ileri sürmüştür. Başvurucuya göre, tıbbi deliller, eşinin şiddet gördüğünü ve bunun da bir kalp krizine yol açtığını ortaya koymuştur.

4.2.1.2.3. Hükümetin Davanın Esası ile İlgili Savunması
Hükümet, başvurucunun iddialarının temelden yoksun olduğunu savunmuştur.

4.2.1.2.4. Mahkeme’nin Değerlendirmesi
Mahkeme, Yaşama Hakkı’nı düzenleyen 2. Maddenin Sözleşme’nin en temel maddeleri arasında yer aldığını ve hiçbir şekilde askıya alınamayacağını belirtmiştir. Ayrıca bu Madde, Sözleşme’nin 3. Maddesiyle birlikte, Avrupa Konseyi’ni oluşturan demokratik toplumların temel değerlerinden birini oluşturur. Bu nedenle yaşamdan yoksun bırakılmanın haklı gösterilebileceği hallerin, dar yorumlanması gerekir.

Sözleşme’nin 2. Maddesi bir bütün olarak yorumlandığında, bu Maddenin sadece kasten öldürmeyi değil, ayrıca güç kullanma sonucu meydana gelen taksirli ölümleri de kapsadığı görülmektedir.

Gözaltındaki kişiler, korunmasız bir durumda olup, yetkililer, bu kişileri korumakla yükümlüdürler. Sonuç olarak, gözaltına alınırken sağlığı yerinde olan bir kişinin, gözaltında iken sağlığının bozulması durumunda, devletin bu durumda aklın alabileceği makul bir açıklama yapması gerekir.

Agit Salman, tamamen sağlıklı ve önceden herhangi bir yarası veya hastalığı bulunmadığı bir sırada gözaltına alınmıştır. Sol ayak bileğindeki yaralar, şişlikler ve göğüs kemiğindeki kırılma hakkında aklın alabileceği makul bir açılama hükümet tarafından yapılmamıştır. Deliller, yaraların gözaltına alındığı sırada oluşmuş olabileceğine ilişki savunmaları desteklememektedir. Yine, Adli Tıp Kurumu’nun, göğüs üzerindeki yaraların yakalanma öncesine ait olduğu ve Agit Salman’nın yalnızca yakalanmanın stres yüzünden öldüğüne dair görüşü, Profesör Cordner ve Profesör Pounder tarafından hazırlanan raporla çürütülmüştür.

Mahkeme, tüm bu gerekçeler kapsamında, Hükümetin Agit Salman’ın Adana Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltında tutulduğu sırada bir kalp krizinden kaynaklanan ölümüne açıklama getiremediğini ve bu ölümde Devletin sorumluluğunun bulunduğu sonucuna vararak Sözleşme’nin 2. Maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

Mahkeme, ayrıca yetkililerin Agit Salman’nın ölümü ile ilgili olarak etkili bir soruşturma yürütmedikleri sonucuna varmış ve bu bakımdan da Sözleşmenin 2. Madde- sinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

4.2.1.3. Taş V. Türkiye Davası[20]
4.2.1.3.1. Olayların gelişimi
14 Ekim 1993 tarihinde Cizre’nin Cudi Bölgesinde polis ve jandarmalar tarafından yürütülen bir operasyon sırasında, Muhsin Taş dizinden yaralı olarak yakalanmış ve gözaltına alınıştır. Muhsin Taş, yakalandıktan sonra, muayene için Cizre Devlet Hastanesine götürülmüştür. Muayene edildikten sonra, Şırnak Tugay Komutanlığına transferi yapılmıştır. Tutuklandığı andan itibaren onbeş günlük gözaltı süresi, ilçe Jandarma Komutanlığının talebi ile Cizre Savcısı tarafından verilmiş ve yine talep üzerine Cizre Savcısı tarafından gözaltı süresi onbeş gün daha uzatılmıştır.

Hükümete göre, Muhsin Taş, yakalandıktan sonra verdiği ifadede bölgedeki PKK sığınaklarının yerini bildiği ve bu konuda güvenlik güçlerine yardım edeceğini belirtmiştir. 9 Kasım 1993 tarihinde jandarma tarafından el yazısı ile yazılan olay tespit tutanağına göre, Muhsin Taş, Gabar Dağlarında PKK sığınaklarını bulmak için yürütülen bir operasyonda yardım ederken kaçmış ve yeniden PKK saflarına katılmıştır.

Komisyon, olayın aydınlatılması yönünde yaptığı araştırmada, Muhsin Taş’ın yakalanmasının ardından gözaltına alındığı tarih ve saatlerin kayıtlarını istemiştir. Fakat bu bilgi ve belgeler Komisyon’a sunulmamıştır. Yine, Muhsin Taş’ın Şırnak’a transferi yapıldıktan sonra gözaltına alındığına ilişkin tek kayıt Şırnak Askeri Hastanesi Poliklinik kayıtlarına aittir. Bu kayıtlar da eksiktir. Muhsin Taş’ın Şırnak’a transferi sırasında kime teslim edildiği de bilinmemektedir. Yine Muhsin Taş’ın sorgulandığına ait belgeler de Komisyon’un talebine rağmen sunulmamıştır.

Komisyon, Muhsin Taş’ın gerçekte, sorgulama sırasında PKK sığınaklarını göstereceğine dair yazılı veya sözlü ifadelerini tespit edilemediğini belirttiği gibi olay yeri tespit tutanağını da güvenirlilikten uzak bulmuştur. Nitekim, Olay Yeri Tespit Tutanağını imzalayan Jandarmalar kod ad kullanmış ve Komisyon’un talebine rağmen, kod isim kullanan bu kişilerin kimler olduğu ve olay ile ilgili bilgileri alınamamıştır.

4.2.1.3.2 Başvurucu’nun Davanın Esası ile İlgili İddiası
Başvuran, oğlunun gözaltında iken kaybolması konusunda yetkililerin açıklama getirmemesinin Yaşama Hakkı’nı ihlal ettiğini ve oğlunun ölümünden yetkililerin sorumlu olduğunu belirterek Sözleşme’nin 2. Maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.

4.2.1.3.3. Hükümetin Davanın Esası ile İlgili Savunması
Hükümet, Başvurucunun iddialarına itiraz etmiştir. Hükümet, PKK ile girilen silahlı bir çatışma sonucunda yaralı olarak ele geçirilen Muhsin Taş sorgulama sırasında Gabar Dağlarında PKK sığınaklarını bildiğini ve bu hususta yardım edeceğini belirtmiştir. Bunun üzerine operasyon yapan Güvenlik Güçleri Muhsin Taş’ı da yanlarında götürmüşlerdir. Girilen silahlı bir çatışma sırasında Muhsin Taş, bu çatışmadan faydalanmış ve kaçmıştır. Muhsin Taş, güvenlik güçlerinin elinden kaçtığı için Hükümet, Taşın halen hayatta olduğunu kanıtlamanın kendi sorumluluğu olmadığını ve nerede olduğu hakkında bilgisi olmadığını belirtmiştir.

4.2.1.3.4. Mahkeme’nin Değerlendirmesi
Mahkeme, Komisyon’un olaylarla ilgili bulgularından hareketle, Muhsin Taş’ın 14 Ekim 1993’te gözaltına alındığını, bu tarihten sonra nerede tutulduğu hakkında belge mevcut olmadığını ve güvenlik güçlerinin kaçtığı şeklindeki ifadelerin güvenilmez olduğunu belirtmiştir.

Mahkeme, sağlıklı olarak gözaltına alınan bir kimsenin serbest bırakıldığında vücudunda bir takım darp izleri mevcutsa, sorumlu devletin bu izlerin nasıl oluştuğu hususunda makul açıklama yükümlülüğü olduğunu, aksi taktirde, Sözleşme’nin 3. Maddesinin ihlali söz konusu olabileceğini belirtmiştir. Yetkililerin, gözaltında bulunan bir kimseye uygulanan muamele konusunda bilgi verme yükümlülüğü, söz konusu kişi ölmüşse daha kuvvetlidir. Yetkililerin, cesedin bulunamadığı durumlarda yeterli bir açıklama sunmaması, söz konusu kimsenin gözaltında öldüğü sonucuna varmak için kuvvetli neden oluşturur.

Bu bağlamda, söz konusu kimse gözaltına alındıktan sonra geçen zaman göz önüne alınması gereken önemli bir faktördür. Kabul edilmelidir ki gözaltına alınmış olan kimseden haber alınmadan geçen süre ne kadar uzun olursa, bu kimsenin ölmüş olma ihtimali de o kadar yüksektir.

Mahkeme, Muhsin Taş’ın nerede gözaltına alındığına dair belge olmadığını ve Muhsin Taş’ın akıbeti konusunda, yeterli ve makul bir açıklamanın Hükümet tarafından yapılmadığını belirtmiştir. Mahkeme, 1993’te Güneydoğudaki durum göz önünde bulundurulduğunda, bir kimsenin bu şekilde gözaltına alınmasının hayati tehlike oluşturduğunu belirtmiştir.

Yukarıdaki nedenlerden dolayı Mahkeme, Muhsin Taş’ın güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınmasının ardından öldüğünü tespit etmiştir. Devlet, söz konusu kişinin ölümünden sorumludur. Yetkililerin, Muhsin Taş gözaltında iken başına gelenler konusunda makul ve yeterli bir açıklama getirmemesi ve görevlilerin haklı bir sebep olmadan silah kullanmaları nedeniyle Sözleşme’nin 2. Maddesi ihlal edilmiştir.

4.3. ETKİN SORUŞTURMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ

Devlet, doğal olmayan sebeplerden özellikle, kamu görevlilerinin kuvvet kullanması sonucu meydana gelen ölüm olaylarını etkin bir biçimde soruşturmalıdır. Başlatılan soruşturma, normal bir suç iddiası karşısında yapılacak soruşturmaya göre daha kapsamlı ve özenli olmalıdır. Özellikle, devletin Negatif Yükümlülüğünü ihmal etmesi sonucu meydana gelen ölümlerde başlatılan soruşturmada tarafsız olunmalı ve olaya karıştığı iddia edilen kişilerin korunmaması gerekir.

Etkin Soruşturma Yükümlülüğü, başlangıçta sadece devletin Negatif Yükümlülüğüne aykırı davranarak meydana getirdiği yaşam hakkı ihlalleri için söz konusu olabilirken; zaman içinde tüm yaşam hakkı ihlallerinin soruşturulmasına yayılmıştır. Ayrıca, Mahkeme, Yaşama Hakkı’nın ihlali durumlarında etkin bir soruşturma yapılmamışsa, iki defa Yaşama Hakkının ihlalinden mahkumiyet kararı verdiği görülmektedir. Mahkemenin, Önceki sayfalarda incelenen Güleç/Türkiye, Akdeniz ve Diğerleri/Türkiye, Salman/ Türkiye Kararları bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Etkin Soruşturma yapılıp yapılmadığı her somut olayda ayrı ayrı inceleme yapılmakla tespit edilebilir. AİHM, 2001 yılına kadar Etkin Soruşturma konusunda objektif kıstaslar getirmiş olmamasına rağmen, 2001 yılında yapılan bir başvuru üzerine verdiği kararda etkin bir soruşturmanın şartlarını belirlemiştir. Bu şartlar, “Jordan Prensipleri” olarak anılmaktadır. 
Jordan Prensipleri şunlardır:

  • Soruşturma Makamları Yaşama Hakkı’nın ihlalini öğrenir öğrenmez hemen harekete geçmiş olmaları gerekir.
  • Olayla ilgili olan tüm delillerin, mümkün olan en iyi şekilde ve kısa sürede toplanması gerekir.
  • Soruşturmanın olaya karışan kişilerden bağımsız, farklı kişilerce yürütülmüş olması gerekir.
  • Soruşturmanın ivedilikle yapılmış olması ve makul bir sürede tamamlanmış olması gerekir.
  • Soruşturma, olayı ve sorumluları ortaya çıkarabilmeye muktedir ve elverişli olması gerekir.
  • Soruşturma, mağdurun ve yakınlarının katılımına ve yine kamunun denetimine açık bir şekilde yapılmış olması gerekir.

AİHM uygulamasında, mağdurun, kamu görevlilerince öldürüldüğü kesin olarak saptanmış olsa da devletçe faillerin ortaya çıkarılması konusunda yetersiz bir soruşturma yapılmış ise, Sözleşme’nin 2.Maddesi açısından sorumluluğu gündeme gelmektedir. Bu durumlarda, soruşturma makamları böyle bir olaydan haberdar olduklarında bir şikayet beklemeksizin derhal harekete geçmekle yükümlüdür.

Soruşturmayı yapan makamlar, ölüm olayından haberdar olduklarında resmi bir başvuru yapılmasını beklemeden derhal soruşturma açmalı ve harekete geçerek delillerin kaybolmasını önlemelidir. Tanık ifadeleri hemen alınmalıdır. Yine, otopsilerin yeterli bir şekilde yapılmış olması gerekir. AİHM, aşağıda detaylı şekilde inceleneceği üzere Kaya/ Türkiye ve Oğur/Türkiye Kararlarında, otopsilerin yetersizliği nedeniyle Yaşama Hakkı’nın ihlal edildiğine hükmetmiştir.

4.3.1. Kaya V. Türkiye Davası[21]
4.3.1.1. Başvurucu’ya Göre Olayların Gelişimi
Başvurucu, ölen kardeşinin, 25 Mart 1993 Günü sabahı, Hikmet Aksoy ile birlikte Çiftlikbahçe Köyü’ne dörtyüz metre uzaklıktaki tarlaya gitmektedir. Hikmet Aksoy, o sırada operasyon yapan askerler tarafından yakalanmaktadır. Bu durumu gören Baş-vurucunun kardeşi Abdulmenaf Kaya da yakalanacağı korkusuyla kaçmaya başlamıştır. Kaya’yı kaçarken gören askerler ateş açmışlardır. Abdulmenaf Kaya, Çiftlikbahçe Köyü’ne doğru kaçmış ve burada kayalıkların arasına saklanmıştır. Fakat, köylülere göre askerler Kaya’yı takip etmiş ve vücudu delik deşik edilerek öldürülmüştür. Bununla yetinmeyen askerler, cesedin yanına bir de silah koyarak fotoğrafını çekmişlerdir.

4.3.1.2. Hükümete Göre Olayların Gelişimi
Hükümet, güvenlik güçlerinin, 25 Mart 1993 Günü Çiftlikbahçe ve çevresinde, teröristlerin görüldüğüne dair duyum alması üzerine bölgede arama yapmıştır. Arama esnasında da güvenlik güçlerine ateş açılmış ve güvenlik güçleri de bu ateşe cevap vermişlerdir. Teröristlerin geri çekilmesi üzerine saha taraması yapan güvenlik güçleri, saldırganların kullandıkları türden bir silah ve bir de ceset bulmuşlardır. Olayların yatışması üzerine Takım Komutanı Üsteğmen Alper Sir, bölgeyi güvenlik altına almış ve Lice Savcısı’nı olaydan haberdar etmiştir. Olay yerine Lice Savcısı ile birlikte gelen Bölge Hükümet Doktoru Arzu Doğru tarafından, ceset üzerinde otopsi yapılmış ve rapor hazırlanmıştır.

4.3.1.3. Başvurucu’nun Davanın Esası ile İlgili İddiaları
Başvurucu, Kardeşinin ölümüne ilişkin herhangi bir soruşturma yapılmadığını ileri sürmüştür. Başvurucuya göre, olay yerinde hazırlanmış olan otopsi raporu, ceset üzerindeki kurşun yaralarının ebadı, sayısı ve biçimi konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Ayrıca, rapor, cesedin ellerinde veya giysilerinde barut bulunup bulunmadığı ve kurşunların nereden atılmış olabileceği konularında da herhangi bir bilgi içermediğinden eksik kalmış bir rapordur. Yine otopsi tamamlanır tamamlanmaz cesedin köylülere verilmesi, ceset ve giysiler üzerinde daha ileri bir adli tıp araştırması yapılmasını olanaksız kılmıştır.

Başvurucuya göre, Cumhuriyet Savcısı, olayın gerçekleştiği yerde yeterli bir araştırma yapmamıştır. Silahın üzerindeki parmak izlerinin saptanması için herhangi bir araştırma yapmadığı gibi, kurşunları da daha sonra yapılacak analizler için almamıştır. Yine, Başvurucuya göre, Cumhuriyet Savcısı, ilk andan itibaren ölenin bir terörist olduğu ve bir silahlı çatışmada ölü olarak ele geçirildiği konusunda kendi kendini ikna etmiş olduğu için, ne olay yerinde ne de daha sonra, askerlerden herhangi birinin ifadesine başvurmamıştır.

Başvurucuya göre son derece yüzeysel ve yetersiz olan bu araştırma, Sözleşme’nin 2. Maddesinde belirtilen “Etkili Soruşturma Yükümlülüğüne” aykırı düştüğünden Yaşama Hakkı ihlal edilmiştir.

4.3.1.4. Hükümet’in Davanın Esası ile İlgili Savunması
Hükümet, olay yerindeki koşullar altında ancak asgari düzeyde bir araştırmanın yapılabileceğini ileri sürmüştür. Hükümet’e göre, Başvurucu’nun kardeşinin güvenlik güçleriyle girdiği silahlı bir çatışmada öldüğü çok açıktı. Öldüğü sırada silahlıydı ve öldürmeye çalışırken öldürüldü. Çok açık bir tehlike bulunmasına rağmen, Cumhuriyet Savcısı ve Dr. Doğru büyük bir cesaret örneği göstererek olay mahalinde otopsiyi yapmışlardır. Ayrıca, Cumhuriyet Savcısı dosyayı, soruşturmanın ilerletilmesi için Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne iletmiştir. Devlet Güvenlik Mahkemesi de, dosyayı Lice’deki ilgili idari makamlara göndermiştir.

Hükümet’e göre, içinde bulunulan koşullarda Sözleşme’nin 2.Maddesi çerçevesinde daha fazla bir şey beklemek mümkün değildir.

4.3.1.5. Mahkeme’nin Değerlendirmesi
Mahkeme’ye göre, bireyler kamu görevlileri tarafından öldürüldüğünde, devlet tarafından etkili bir araştırmanın yapılması gerekir. Kamu görevlileri tarafından kullanılan şiddetin hukuka uygun olup olmadığının bağımsız bir şekilde incelenmesi ve bu konularda kamu görevlilerinden hesap sorulabilmesi bakımından bu, önem arz eder.

Mahkeme’ye göre, yeterli delil bulunmamasına rağmen, Hükümet, söz konusu olayı hukuka uygun bir öldürme eylemi olarak görmüş ve bu nedenle sadece asgari formaliteleri yerine getirmiştir. Fakat, güvenlik güçleri tarafından hukuka uygun bir öl- dürmenin gerçekleştiğinin kabul edilmiş olsa bile, yerine getirilen bu asgari formaliteler yetersizdir.

Mahkeme’ye göre, Cumhuriyet Savcısı, olay yerindeki askerlerden herhangi birinin ifadesini almamış ve bölgede iddia edildiği gibi yoğun bir çatışma yaşandığının göstergesi olabilecek boş kovanları toplamak için herhangi bir çaba göstermemiştir. Bağımsız araştırma yürüten bir görevli olarak, olay yerinde delil toplamalı, olayların gelişime ilişkin kendi düşüncesini oluşturmalı ve tipik bir çiftçi gibi giyinmiş olmasına karşın, ölenin, iddia edildiği gibi terörist olduğu konusunda, ikna edici açıklamalar ge- etmeliydi. Fakat Cumhuriyet Savcısı, tüm işlemleri, ölenin, güvenlik güçleriyle çatışma sırasında ölen bir terörist olduğu önyargısıyla yapmıştır.

Otopsi Raporu, sadece kurşun yaralarının biçimini, ciddiyetini ve konumlarını içermektedir. Rapor, bazı konularda, özellikle de kurşun sayısı ve kurşunun atıldığı yaklaşık mesafenin ölçülmesi konularında eksik kalmaktadır. Bu nedenlerden dolayı, yapılan otopsi, baştan savma niteliktedir. Hükümet’in iddia ettiği gibi hukuka uygun olan bir öldürme eylemi olsa bile, yine de asgari bir inceleme şartı yerine getirilmemiştir.

Mahkeme, otopsinin yapıldığı yerin güvenilir olmadığını ve terörist bir eyleme açık olduğunu kabul etmiştir. Fakat, cesedin araştırma yapılmak üzere, daha güvenli bir yere götürülebileceğini belirtmiştir.

Sonuç olarak, olayda yapılan soruşturmalar, söz konusu olayların sorumlularını ortaya çıkaracak ve cezalandıracak kapasitede etkin bir soruşturma olarak algılanamaz. Bu nedenle Sözleşme’nin 2. Maddesi ihlal edilmiştir.

4.3.2. Oğur V. Türkiye Davası[22]
4.3.2.1. Başvurana Göre Olayların Gelişimi
Başvuran’a göre, güvenlik güçleri, 24 Aralık 1990 tarihinde, Dağkonak Köyüne altı kilometre mesafede bulunan bir madene operasyon düzenlemiştir. Bu sırada madende gece bekçisi olarak görev yapan başvuranın oğlu Musa Oğur, gece bekçilerinin kaldığı barakadan yalnız başına çıktığında, güvenlik güçleri tarafından uyarılmadan atılan bir kurşunla öldürülmüştür.

4.3.2.2. Hükümete Göre Olayların Gelişimi
Hükümete göre, güvenlik güçlerinin silahlı operasyon düzenlediği maden, PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyesi dört terörist tarafından kullanılan bir sığınaktır. Ve Musa Oğur, güvenlik güçleri tarafından yapılan uyarı atışları ile vurulmuştur.

4.3.2.3. Komisyonun Olayların Gelişimine İlişkin Tespiti
Komisyon, yaptığı araştırma ve tanıkların ifadeleri neticesinde hükümetin iddialarının doğru olmadığını ve Musa Oğur’un, güvenlik güçleri tarafından uyarı ateşi niteliğinde olmayan bir atışla öldüğünü belirtmiştir.

4.3.2.4. Başvurucunun Davanın Esası ile İlgili İddiası
Başvuran, güvenlik güçlerinin 24 Aralık 1990 Tarihinde yaptıkları bir operasyonda oğlunu öldürdüklerini ve onun ölümüyle ilgili olarak etkili bir adli soruşturma yürütmediklerini, dolayısıyla Sözleşme’nin 2. Maddesi’nin ihlal edildiğini iddia etmiştir.

4.3.2.5. Hükümet’in Davanın Esası ile İlgili Savunması
Hükümet, Musa Oğur’un ölümü ile ilgili soruşturmanın koşulları hakkında görüş bildirmemiştir.

4.3.2.6. Mahkemenin Değerlendirmesi
Mahkeme, kişilerin kuvvet kullanımı sonucu öldürülmeleri durumunda, etkili bir soruşturmanın yapılmasının gerekli olduğunu belirtmiştir. Bu soruşturma, sorumluların bulunması ve cezalandırılması yönünde olmalıdır.

Mahkeme, Şırnak Cumhuriyet Savcısı’nın, raporunda belirttiği “silah yaralamasının ölümün kesin nedeni olduğu ve bulguların başka bir sebebe işaret etmemesinden dolayı otopsi yapılmasına gerek olmadığı” hususunu göz önünde bulundurarak, otopsinin eksik kaldığını belirtmiştir. Bu tür bir olayda şayet otopsi yapılmış olsaydı, ateş eden kişinin yaklaşık olarak bulunduğu yer ve vurulma anındaki mesafe gibi değerli bilgiler sağlanabilecekti. Yine, olay yerinde Savcı tarafından sorgulanan tanıkların hepsi gece bekçileridir. Soruşturma sırasında, operasyonda yer alan güvenlik güçleri üyelerinden hiçbiri sorgulanmamıştır.

Son olarak, Savcı’nın isteği doğrultusunda hazırlanmış olan uzman raporu, eksik olup, bulguların çoğu kanıtlarla desteklenmemektedir.

İdari soruşturma makamları tarafından yapılan daha sonraki soruşturmalar da, yine otopsi ve balistik incelemenin yapılmamış olmasından dolayı çözüm getirmekten uzaktır. Yine, Tanıklardan birçoğunun ifadeleri, atışın güvenlik güçleri tarafından yapıldığı belirtilmiş olmasına rağmen, öldürücü atış yapan kişinin kimliğinin belirlenmesi için ciddi bir girişim yapılmamıştır.

Sonuç olarak, bu olaydaki soruşturmalar, söz konusu olayların sorumlularını ortaya çıkaracak ve cezalandıracak kapasitede etkin bir soruşturma olarak algılanamaz. Bu nedenlerden dolayı Sözleşme’nin 2. Maddesi ihlal edilmiştir.

Soruşturmacının, olaylara karışan kişilerden teoride ve pratikte bağımsız biri olması gerekir. Ülkemiz’in Güneydoğusunda olağanüstü halin uygulandığı dönemlerde, Memurin Muhakematı Kanunu’na göre, kamu görevlilerine soruşturma yapılabilmesi için, idari Amirlerden oluşan bir kuruldan izin alınması gerekmektedir. Bu durum soruşturmacının bağımsızlığını zedelemektedir. Konu hakkında Türkiye aleyhine verilen kararların önemli bir gerekçesi de bu kurulun varlığı ve işlevidir. Nitekim, Mahkeme, Oğur / Türkiye Kararında:
“Valinin güçlerinin, komuta zincirinin bir alt halkasını teşkil ettiğini, yine, güvenlik güçlerinin soruşturulmasına izin veren idari kurulun ise, İlçenin kıdemli memurlarından oluştuğunu ve başkanlığını da güvenlik güçlerinin yaptığı operasyonlardan idari olarak sorumlu olan valinin olduğu, bu bağlamda Şırnak İl İdare Kurulu Üyelerinin, Valiye itiraz etme olasılığının mevcut olmadığını ve bu durumun, Etkin Soruşturma Yükümlülüğü’ne aykırılık teşkil ettiğini” belirtmiştir.

Soruşturma, ivedilikle başlatılmalı ve makul bir süre içerisinde de tamamlanmalıdır.

Soruşturma süresi, soruşturmanın etkililiğini belirleyen önemli bir faktördür. Soruşturmanın makul sürede tamamlanıp tamamlanmadığı somut olayın özelliklerine göre değerlendirilmelidir. Makul süre, toplumun ve özellikle de mağdurun ve yakınlarının, hukukun üstünlüğüne olan bağlılıklarını zedelemeyecek nitelikte bir süre olarak algılanmalıdır.

Soruşturma, olayları ve sorumluları ortaya çıkarabilmeye muktedir olmalıdır.

Etkin bir soruşturmadan bahsedebilmek için, soruşturma sürecinin mağdurun ve yakınlarının katılımına ve yine kamuoyu denetimine açık olması gerekir.

11-Tezcan, Erdem, Sancaktar, Önok, s.90.
12-Kılıç V. Türkiye Davası, Başvuru No:22492/93, Karar Tarihi: 28 Mart 2000
13-Ali Ayşe Duran V.Türkiye Davası, Başvuru No:42942/02, Karar Tarihi: 8 Nisan 2008
14-Abdullah Yılmaz V. Türkiye Davası, Başvuru No: 21899/02 Karar Tarihi: 17 Haziran 2008
15-Tezcan, Erdem, Sancaktar, Önok, s.98.
16-Demiray V. Türkiye Davası, Başvuru No: 273308/95, Karar Tarihi: 21 Kasım 2000  
17-Çakmak, s.151.
18-Akdeniz ve Diğerleri V. Türkiye Davası, Başvuru No: 23954/94, Karar Tarihi: 31 Mayıs 2001
19-Salman V. Türkiye Davası, Başvuru No: 21986/93, Karar Tarihi: 27 Haziran 2000
20-Taş V. Türkiye Davası, Başvuru No: 24396/94, Karar Tarihi: 14 Kasım 2000
21-Kaya V. Türkiye Kararı, Başvuru No: 1996/777, Karar Tarihi: 19 Şubat 1998
22-Oğur V. Türkiye Davası, Başvuru No: 21594/93, Karar Tarihi: 20 Mayıs 1999

5 OLAYIN ÇÖZÜMLENMESİ

5.1. PRATİK ÇALIŞMA METNİ VE HUKUKİ SORUNUN TESPİTİ

Başvuran 1987 doğumludur ve Diyarbakır’ın Lice ilçesinde yaşamaktadır.  Başvuranın kardeşi Nuri, 2005 senesinde iki defa,  yasadışı bir örgütle bağlantısı olduğu şüphesiyle gözaltına alınmış ve Lice İlçe Jandarma Komutanlığı’na götürülmüştür. Ancak, şüphelerin somutlanamaması üzerine serbest bırakılmıştır. Başvuruya konu olan olayda ise Nuri, 15 Mayıs 2006 tarihinde saat 14.30 sularında Lice’de bir kahvede arkadaşlarıyla otururken içeri giren iki sivil giyimli şahıs tarafından Renault marka bir otomobile bindirilerek götürülmüştür. Nereye götürüldüğü sorusuna “Hakkında şikâyet var. Bizimle merkeze kadar geleceksin” yanıtı verilmiştir.

Nuri’nin aynı günün akşamı evine dönmemesi üzerine başvuran, kardeşinin, gözaltına alınıldığında götürüldüğü Komutanlığa gitmiş ve ona ulaşmaya çalışmıştır.  Kendisine önce, kardeşinin Komutanlığa hiç getirilmediği, biraz ısrarı üzerine de öğlen saatlerinde getirildiği ve 16:00 civarında serbest bırakıldığı söylenmiştir. Nuri’nin aynı gün yine evine dönmemesi üzerine, ertesi gün (16 Mayıs 2006) başvuran ve avukat arkadaşı NB, Lice Cumhuriyet Savcılığı’na giderek kardeşinin gözaltına alınmasını müteakip kaybolduğunu ve bulunması için gerekli işlemlerin başlatılmasını talep etmişlerdir.

Bir buçuk ay boyunca hemen her gün savcılığa gidip soruşturma ile ilgili haber almaya çalışmalarına rağmen, savcılıktan herhangi bir yanıt alamamışlardır. Kendilerine defalarca, “Savcılığa kadar gelmelerinin gereksiz olduğu” ve “herhangi bir şey bulunursa onlara zaten haber verileceği” söylenmiştir.

25 Temmuz 2006 tarihinde Nuri’nin cesedi, Lice merkezine yaklaşık onbeş kilometre uzaklıkta bulunan dağlık bir alanda bir çoban tarafından bulunmuştur. Yapılan otopsi neticesinde, Nuri’nin kafatasında onbeş cm uzunluğunda bir çatlak, göğüs bölgesinde kalbin altına doğru 5×6 çapında ve omuz başlarında da 4×3 (sağ) ve 4×6 (sol) çapında ekimozlar tespit edilmiştir.  Ölüm sebebi ise, travmaya bağlı beyin kanaması olarak saptanmıştır. Bunun üzerine başvuran, ertesi gün tekrar savcılığa giderek görevli jandarma aleyhine suç duyurusunda bulunmuş ve sorumluların cezalandırılmasını talep etmiştir.

Savcı, Lice İlçe Jandarma Komutanı TS ile 15 Mayıs 2006 tarihinde görevli olduğu saptanan Başçavuş TT ile üç Er A.B., B.C. ve C.Ç.’nin ifadelerini almıştır. İfadeleri alınan şahıslardan yalnızca Er B.C., Nuri’nin Komutanlığa getirildiğini ve akşamüstü saatlerinde de oradan çıkarıldığını belirtmiştir. İfade veren diğer şahıslar ise, Nuri’nin 15 Mayıs 2006 tarihinde Komutanlığa hiç getirilmediğini ve ölüm ile alakaları olmadığını belirtmişlerdir.

Savcı, bu ifadeler ışığında, 1Ekim 2009 tarihinde yeterli delil olmadığını gerekçe göstererek Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair karar vermiştir. Başvuran, bu karara karşı süresi içerisinde Lice Ağır Ceza Mahkemesi’nde itiraz etmiş, ancak Mahkeme Savcının kararını onamıştır.

Olaydaki hukuki sorun, Başvuranın kardeşi olan Nuri’nin ölümü ile ilgili olarak, Devletin, AİHS’nin 2. Maddesinde düzenlenmiş olan Yaşama Hakkını ihlal edip etmediğidir.

5.2. DEVLETİN, YAŞAMA HAKKININ KORUNMASI KAPSAMINDA NEGATİF YÜKÜMLÜLÜĞÜNE AYKIRI DAVRANIP DAVRANMADIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ

Yaşama Hakkı’nın devlete yüklediği Negatif Yükümlülük, devletin, Sözleşmede belirtilen istisnalar dışında kişiyi öldürmeme yükümlülüğüdür. Devlet tarafından bir kişinin kast ya da taksirle öldürülmesi, Yaşama Hakkı’nın devlete yüklediği Negatif Yükümlülüğün ihlalidir.

Devletin Yaşama Hakkı’nın korunmasındaki Negatif Yükümlülüğü kapsamında özellikle Gözaltındaki Ölümler önemli bir yer tutar. Mahkeme’nin içtihatlarına göre, Negatif Sorumluluk kapsamında devlet, gözaltında meydana gelen ölümler ve yaralanmalar hakkında makul bir açıklama yapmakla yükümlüdür.

Gözaltında bulunan kişilerin durumu son derece hassastır. Özellikle gözaltı koşulları ve gözaltında iken kişiye yapılan muameleler konusunda devletin dikkatli olması ve kolluk görevlilerini bu yönde bir insan hakları eğitiminden geçirmesi gerekir. Nitekim, ülkemizde gözaltında bulunan kişilere yönelik bir kötü muamelenin bulunduğu kamuoyu tarafından bilinmekle beraber, bu kötü muamelelerin önlenmesine dair devlet tarafından tatmin edici önlemler maalesef alınmamaktadır.

Mahkeme’ye göre, sağlıklı olarak gözaltına alınmış kişi, serbest bırakıldığında vücudunda bir takım darp izleri mevcutsa, sorumlu devletin bu izlerin nasıl oluştuğu konusunda açıklama yükümlülüğü vardır. Aksi taktirde Sözleşme’nin 3. Maddesi kapsamında sorumluluğu söz konusu olur. Yetkililerin gözaltındaki kişiye uygulanan muamele konusunda açıklama yapma yükümlülüğü, söz konusu kişi ölmüşse daha da kuvvetlidir.

Bu bağlamda, söz konusu kimse gözaltına alındıktan sonra geçen zaman göz önüne alınması gereken önemli bir faktördür. Kabul edilmelidir ki gözaltına alınmış bir kimseden haber alınamadan geçen süre ne kadar uzun olursa, bu kimsenin ölmüş olma olasılığı da o kadar yüksektir[23]. 

Yine, kişinin son kez güvenlik güçlerinin elinde iken görülmüş olması ve bir daha ortaya çıkmamış olması devletin sorumluluğu konusunda ölçüt olarak kabul edilmelidir.

Açıklanan tüm bu durumlarda, devlet gözaltına alınmış kişinin akıbeti konusunda makul ve ikna edici açıklamalar yapmak durumundadır. Aksi taktirde Sözleşme’nin 2. Maddesi kapsamında sorumluluğu söz konusu olur.

Başvuranın kardeşi Nuri, daha önceden iki defa gözaltına alınmış ama serbest bırakılmıştır. Başvuruya konu olayda ise gözaltına alındığında, maktulün sorusuna rağmen neden gözaltına alındığı ve hangi suçlardan sorumlu tutulduğu güvenlik güçleri tarafından kendisine söylenmemiştir. Yine, gözaltına alındığına dair yakınlarına haber verilmemiştir. Ceza Muhakemesi Kanununa göre, gözaltına alınan kişiye hangi somut olaylardan sorumlu tutulduğu kendisine bildirilir. Ayrıca, gözaltına alınan kişinin yakınlarına haber verilir. Bu yükümlülüklerin, kolluk görevlilerince yerine getirilmemesi, kişiye yönelik gözaltına alma dışında bir kastın olduğuna dair şüpheler uyandırmaktadır.

Başvuran, kardeşinin akşam evine dönmemesi üzerine, gözaltına alındığında götürüldüğü komutanlığa gitmiş fakat kardeşinin komutanlığa hiç getirilmediği, ısrarı üzerine ise öğlen saatlerinde komutanlığa getirildiği ve 16.00 civarında serbest bırakıldığı söylenmiştir. Kolluk görevlilerinin bu çelişkili açıklamalarının değerlendirilmesi gerekir. Nitekim, gözaltına alındıktan sonra haber alınamayan maktulün akıbeti konusunda kolluğun makul bir açıklama yapması gerekir. Bu açıklamaların içeriğinde, kişinin niçin gözaltına alındığı, kişiye yüklenen suçlar, kişinin kollukta verdiği ifadeler, ifadeyi alan kamu görevlileri ve nihayetinde gözaltına alınan kişinin hangi kamu görevlisine teslim edildiğinin belirtilmesi gerekir. Fakat, kolluk, başvuranın kardeşinin gözaltına alındığını bile inkar etmiştir. Başvuranın ısrarı üzerine ise bunu kabul etmiştir. Kolluk görevlilerinin bu tutumu anlaşılabilir bir durum değildir.

Kolluk görevlilerinin, gözaltının başlangıcı ve devamı sırasında kanuni yükümlülüklerini yerine getirmemeleri ve maktulün gözaltına alındığını bile en başta inkar etmeleri, maktulün gözaltına alındığının gizli kalması yönünde bir iradelerinin olduğuna dair kuvvetli şüphe oluşturmaktadır. Kabul edilmelidir ki bu, makul bir durum değildir. Nitekim, Güneydoğuda günümüze kadar süregelen faili meçhuller ve gözaltında meydana gelmiş olan ölümler göz önüne alındığında, bir kimsenin bu şekilde gözaltına alınmasının hayati tehlike içerdiği göz ardı edilemez.

Yukarıda açıklanan gerekçeler değerlendirildiğinde, yetkililerin, gözaltı sırasında ve sonrasında neler olduğu konusunda makul ve ikna edici bir açıklama getirmemeleri ve görevliler tarafından öldürücü güç kullanımı konusunda bir haklı sebep belirtmemeleri nedeniyle ölüm ile ilgili sorumluluk devlete aittir. Bu sebeple Sözleşmenin 2. Maddesi ihlal edilmiştir.

5.3. DEVLETİN, YAŞAMA HAKKININ KORUNMASI KAPSAMINDA ETKİN SORUŞTURMA YÜKÜMLÜLÜĞÜNE AYKIRI DAVRANIP DAVRANMADIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ

Etkin Soruşturma Yükümlülüğüne uyulup uyulmadığı olay sırasında değil, olaydan sonra yetkililerin olayı aydınlatmak ve suçluları cezalandırmak amacıyla yaptıkları işlerin incelenmesi suretiyle tespit edilebilir. Olayda etkin bir soruşturmanın yapılmış olup olmadığı ile ilgili olarak Jordan Prensipleri kapsamında değerlendirme yapmak gerekir.

Maktulün gözaltına alındıktan sonra ortadan kaybolma durumu 15 Mayıs 2006 tarihinde meydana gelmiştir. Maktulün kardeşi ve avukat NB, bu durumu 16 Mayıs 2006 tarihinde Lice Cumhuriyet Savcılığına bildirmiş olmalarına rağmen, Savcılık tarafından, sorumluluğu söz konusu olabilecek kişiler hakkında herhangi bir işlem yapılmadığı görülmektedir. Nitekim 25 Temmuz 2006 tarihinde Maktulün cesedinin tesadüfen bir çoban tarafından bulunması üzerine, başvuran tekrar savcılığa gitmiş ve görevli jandarma aleyhine suç duyurusunda bulunmuştur. Savcılık, ancak bunun üzerine harekete geçmiş ve sorumluluğu söz konusu olabilecek kişilerin ifadesini almıştır. Bu durum, Etkin Soruşturma Yükümlülüğüne aykırılık teşkil etmektedir. Çünkü, Yaşama Hakkına yönelik bir ihlalin söz konusu olabileceği durumlarda adli makamlarca derhal ve resen bir soruşturma yapılması gerekmektedir. Bunun için cesedin ortaya çıkmış olması gerekmez. Nitekim Mahkeme, önceki sayfalarda detaylı olarak incelenen Taş/Türkiye kararında, Sözleşmenin 2. Maddesinin uygulanabilmesi için cesedin ortaya çıkmasının gerekmediğini belirtmiştir. Bu durumda söz konusu kişinin gözaltında öldüğüne dair ikna edici delil bulunması yeterlidir.

Kolluk görevlileri, 16 Mayıs 2006 tarihinde başvuranın ısrarı üzerine maktulün gözaltına alınarak Komutanlığa getirildiğini kabul etmiştir. Yine, Er B.C., soruşturma kapsamında verdiği ifadesinde, Nuri’nin Komutunlığa getirildiğini ve akşamüstü çıkarıldığını belirtmiştir. Savcının bu ifadeka psamında olayı kapsamlı bir şekilde soruşturması gerekir. Çünkü Silahlı Kuvvetler gibi hiyerarşinin son derece sert işletildiği kurumlarda, bir erin üstlerinin ifadeleriyle çelişkili bir ifade vermesi ve maktulün komutanlığa getirildiğini belirtmesi, başvurucunun iddialarının doğruluğu yönünde önemli bir delil olabilir. Savcı, bu ifadeler ışığında maktulün niçin gözaltına alındığını, kimin tarafından sorgulandığını, sorgu sırasında sorulan soruları ve alınan cevapları ve nihayetinde maktulün en son kim tarafında teslim alındığını araştırmalıdır. Savcılıkça Bunlardan hiçbirinin yerine getirilmeden, delil yetersizliği nedeniyle takipsizlik kararının verilmesi Etkin Soruşturma Yükümlülüğüne aykırılık teşkil etmektedir.

Olayda soruşturma süresi de gereğinden uzundur. Maktül, 15 Mayıs 2006 tarihinde bir ölüm tehlikesi içinde ortadan kaybolmuştur. 25 Temmuz 2006 tarihinde ise cesedi bulunmuştur. Savcılık, üç yıl gibi uzun bir süre içerisinde, olaya karıştığı iddia edilen kamu görevlilerinin ifadelerini almak dışında, olayı aydınlatmak için görünürde herhangi bir araştırma yapmamış ve 1 Ekim 2009 tarihinde yeterli delil olmadığını gerekçe gösterip Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar vermiştir. Olayın niteliği, bu kadar uzun süreli soruşturmalara elvermemektedir. Sonuç olarak soruşturma makul bir sürede bitirilememiştir.

Yukarıdaki açıklamalar değerlendirildiğinde, savcılık tarafından yapılan soruşturmanın, Yaşama Hakkının korunması bakımından hiçbir güvence sağlamadığı görülmektedir. Bu bakımdan devlet, Etkin Soruşturma Yükümlülüğü’ne aykırı davranmış ve Sözleşme’nin 2. Maddesini tekrar ihlal etmiştir.

5.4. SÖZLEŞME’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI

Sözleşmenin 41. maddesi şu şekildedir;
Mahkeme, işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.

Devlet, olayda Yaşama Hakkının korunması kapsamında Negatif Yükümlülüğü’ne ve Etkin Soruşturma Yükümlülüğü’ne aykırı davrandığı için mağdurun Yaşama Hakkı iki defa ihlal edilmiştir.

Hak ihlali durumlarında mağdura ve yakınlarına, Sözleşme’nin 41. Maddesi gereği makul bir tazminat ödenmesine ve yargılama masraflarının başvurana ödenmesine Mahkeme tarafından karar verilebilir.  Olayda başvurucuya ve maktulün diğer yakınlarına uygun miktarda maddi ve manevi tazminat verilmesine hükmedilmelidir. Yine, yargılama masraflarının da devletçe başvurucuya ödenmesine karar verilmelidir.

 
23-Tezcan, Erdem, Sancaktar, s. 108.

Av.Seyfettin Dayan